2 Aralık 2010 Perşembe

------------------------------------
-Kadere ve Gönlüme Dair-




İşte ben böyle bildiğin gibi:

Kaderi öpüp başıma komuşum.

...Gülüşüm, oturuşum, konuşuşum,

Belli efendim, besbelli

Yaşamaktan soğumuşum.



Yaz yağmurları misali yıllarca

Yağmış durmuşum kendi içime.

Zaten dünya öyle dünya ki kim kime

Herkes kendi derdinde anca,

Herkesin yüreği lime lime..



Halbuki hayatı sevmem gerekirdi.

Acımayı, sevmeyi oldukça bilirim

Zamanla bir iş tutmayı da öğrendi ellerim,

Hem hayatıma bir de Havva kızı girdi,

Ama gel gör ki bu kaderim..



İşte ben böyle bildiğin gibi,

N'apalım bizi bir kere mimlemiş kader

Her zaman böyle yağmur bulutundan beter.

İşte böyle hilafsız, gözümün elifi

Her zaman bir romantik portreye benzer..



Ben zaten bu dünyada tek başınayım, hey..

Bir sevdalı gönül bütün varım

Eğer o da olmasa ne yaparım,

Kimbilir hey,

Ne yaparım...



Turgut UYAR

20 Kasım 2010 Cumartesi

" Önemli olan kendi kendimize yalan söylemememiz. Kendi kendine yalan söyleyip söylediği yalana inanan kimse sonunda işi, kendi içindeki, çevresindeki gerçekleri tanımamaya, bunun sonucu olarak da kendisine ve çevresindekilere saygı duymamaya dek vardır. Kendi kendine olan saygısını yitirince içinde sevgi diye bir şey de kalmaz insana. İçinde sevgi olmayınca oyalanmak, eğlenmek için kötü tutkulara, iğrenç şehvete bırakır kendisini, hayvanca yaşamaya başlar. Bütün bunların tek nedeni, insanın çevresindekilere ve kendi kendine yalan söylemesidir... "







          Dostoyevski





6 Kasım 2010 Cumartesi

http://www.teoman.com.tr/
-----------------------------------------
MASA DA MASAYMIŞ HA


Adam yaşama sevinci içinde

Masaya anahtarlarını koydu

Bakır kâseye çiçekleri koydu

Sütünü yumurtasını koydu

Pencereden gelen ışığı koydu
Bisiklet sesini çıkrık sesini

Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu

Adam masaya

Aklında olup bitenleri koydu

Ne yapmak istiyordu hayatta

İşte onu koydu


Kimi seviyordu kimi sevmiyordu

Adam masaya onları da koydu

Üç kere üç dokuz ederdi

Adam koydu masaya dokuzu

Pencere yanındaydı gökyüzü yanında

Uzandı masaya sonsuzu koydu

Bir bira içmek istiyordu kaç gündür

Masaya biranın dökülüşünü koydu

Uykusunu koydu uyanıklığını koydu

Tokluğunu açlığını koydu.

Masa da masaymış ha

Bana mısın demedi bu kadar yüke

Bir iki sallandı durdu

Adam ha babam koyuyordu.



Edip CANSEVER

26 Ekim 2010 Salı

BİR FOTOĞRAFA




Karşımdasın işte...

Bana bakmasan da oradasın, görüyorum seni.

Ah benim sevdasında bencil, yüreğinde sağlam sevdiğim.

Kalbime gömdüm sözlerimi, ceset torbası oldu yüreğim.

Tıkandığım o an,

Elimi nereye koyacağımı şaşırdığım o an işte,

Aklımdan o kadar çok şey geçti ki takip edemedim.

Ellerim boşlukta, ben darda kaldım.

Ellerim buz gibi, ben harda kaldım.

Bir senfoni vardı kulağımda çalınan,

bitti artık hepsi...




Köşeme çekildim, hani hep kaldığım köşeme.

Bakış açım belli oldu yine.

Geride kalan, ardından bakar gidenlerin.

Bir meltem olacak rüzgarım dahi kalmadı benim.

Dağlara çarptım her esişimde.

Yollara küfrettim her gidişinde.



Demiştim sana hatırlarsan:

“Önemli olan ‘zamana bırakmak’ değil,

‘zamanla bırakmamak’tır..”

Şimdi bana, geçen o zamanın

Unutulmaz sancısı kalır



Gittiğim eğer bensem, söyle bana kimden gittim?

Sende yoktum zaten ben, ben yine bende bittim

NAZIM HİKMET
-------------------------------------

Biliyorum sana giden yollar kapalı


Üstelik sen de hiç bir zaman sevmedin beni



Ne kadar yakından ve arada uçurum;

İnsanlar, evler, aramızda duvarlar gibi

...

Uyandım uyandım, hep seni düşündüm

Yalnız seni, yalnız senin gözlerini



Sen Bayan Nihayet, sen ölümüm kalımım

Ben artık adam olmam bu derde düşeli



Şimdilerde bir köpek gibi koşuyorum ordan oraya

Yoksa gururlu bir kişiyim aslında, inan ki



Anımsamıyorum yarı dolu bir bardaktan su içtiğimi

Ve içim götürmez kenarından kesilmiş ekmeği



Kaç kez sana uzaktan baktım 5.45 vapurunda;

Hangi şarkıyı duysam, bizim için söylenmiş sanki



Tek yanlı aşk kişiyi nasıl aptallaştırıyor

Nasıl unutmuşum senin bir başkasını sevdiğini



Çocukça ve seni üzen girişimlerim oldu;

Bağışla bir daha tekrarlanmaz hiçbiri



Rastlaşmamak için elimden geleni yaparım

Bu böyle pek de kolay değil gerçi...



Alışırım seni yalnız düşlerde okşamaya;

Bunun verdiği mutluluk da az değil ki



Çıkar giderim bu kentten daha olmazsa,

Sensizliğin bir adı olur, bir anlamı olur belki



İnan belli etmem, seni hiç rahatsız etmem,

Son isteğimi de söyleyebilirim şimdi:



Bir gece yarısı yazıyorum bu mektubu

Yalvarırım onu okuma çarşamba günleri..



Cemal SÜREYA

15 Eylül 2010 Çarşamba

ACILARA TUTUNMAK




acı çekmek özgürlükse

özgürdük ikimiz de

o yuvasız çalıkuşu

bense kafeste kanarya

o dolaşmış daldan dala

savurmuş yüreğini

ben bölmüşüm yüreğimi
başkaldıran dizelere



kavuşmak özgürlükse

özgürdük ikimizde

elleri çığlık çığlık

yanyana iki dünya

ikimiz iki dağdan

iki hırçın su gibi

akıp gelmiştik

buluşmuştuk bir kavşakta

unutmuştuk ayrılığı

yok saymıştık özlemeyi

şarkımıza dalmıştık

mutluluk mavi çocuk

oynardı bahçemizde



aramakmış oysa sevmek

özlemekmiş oysa sevmek

bulup bulup yitirmekmiş

düşsel bir oyuncağı

yalanmış hepsi yalan

sevmek diye birşey vardı

sevmek diye birşey yokmuş

acılardan artakalan

işte bu bakışlarmış

kuğu diye gözlerimde

gün batımı bulutlarmış

yalanmış hepsi yalan

savrulup gitmek varmış

ayrı yörüngelerde





acı çektim günlerce

acı çektim susarak

şu kısacık konuklukta

deprem kargaşasında

yaşadım birkaç bin yıl

acılara tutunarak

acı çekmek özgürlükse

özgürdük ikimizde



Hasan Hüseyin Korkmazgil

1 Eylül 2010 Çarşamba

ACIYOR




Mutsuzluktan söz etmek istiyorum

Dikey ve yatay mutsuzluktan

Mükemmel mutsuzluğundan insan soyunun

Sevgim acıyor



Biz giz dolu bir şey yaşadık

Onlarda orada yaşadılar

Bir dağın çarpıklığını

bir sevinç sanarak



En başta mutsuzluk elbet

Kasaba meyhanesi gibi

Kahkahası gün ışığına vurup da

öteden beri yansımayan

Yani birinin solgun bir gülden kaptığı frengi

Öbürünün bir kadından aldığı verem

Bütün işhanlarının tarihçesi

sevgim acıyor



Yazık sevgime diyor birisi

Güzel gözlü bir çocuğun bile

O kadar korunmuş bir yazı yoktu

Ne denmelidir bilemiyorum

sevgim acıyor

Gemiler gene gelip gidiyor

Dağlar kararıp aydınlanacaklar

Ve o kadar



Tavrım bir çok şeyi bulup coşmaktır

Sonbahar geldi hüzün

İlkbahar geldi kara hüzün

Ey en akıllı kişisi dünyanın

Bazen yaz ortasında gündüzün

sevgim acıyor

Kimi sevsem

Kim beni sevse



Eylül toparlandı gitti işte

Ekim filanda gider bu gidişle

Tarihe gömülen koca koca atlar

Tarihe gömülür o kadar



Turgut UYAR




26 Ağustos 2010 Perşembe

GİTMEK

Bugünlerde herkes gitmek istiyor.

Küçük bir sahil kasabasına,

Bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara...



Hayatından memnun olan yok.

Kiminle konuşsam aynı şey...

Herşeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.



Öyle "yanına almak istediği üç şey" falan yok.

Bir kendisi.

Bu yeter zaten.

Herşeyi, herkesi götürdün demektir.

Keşke kendini bırakıp gidebilse insan.

Ama olmuyor.



Hadi kendimize razıyız diyelim, öteki de olmuyor.

Yani herşeyi yüzüstü bırakmak göze alınmıyor.



Böyle gidiyoruz işte.

Bir yanımız "kalk gidelim",

öbür yanımız "otur" diyor.



"Otur" diyen kazanıyor.

O yan kalabalık zira...

İş, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile,

Güvende olma duygusu...

En kötüsü alışkanlık.

Alışkanlığın verdiği rahatlık,

Monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor.

Kalıyoruz...

Kuş olup uçmak isterken, ağaç olup kök salıyoruz.



Evlenmeler...

Bir çocuk daha doğurmalar...

Borçlara girmeler...

İşi büyütmeler...

Bir köpek bile bizi uçmaktan alıkoyabiliyor.



Misal ben...

Kapıdaki Rex'i bırakıp gidemiyorum.

Değil bu şehirden gitmek,

İki sokak öteye taşınamıyorum.

Alıp götürsem gelmez ki...

Bütün sokağın köpeği olduğunun farkında,

Herkes onu, o herkesi seviyor.

Hangi birimizle gitsin?



"Sırtında yumurta küfesi olmak" diye bir deyim vardır;

Evet, sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin,

Kendi imalatımız küfeler.



Ama eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada.

Ölüm var zira.

Ölüme inat tutunmak lazım,

İnadına kök salmak lazım.



Bari ufak kaçışlar yapabilsek.

Var tabii yapanlar, ama az.

Sadece kaymak tabakası.

Hepimiz kaçabilsek...

Bütçe, zaman, keyif... Denk olsa.

Gün içinde mesela...

Küçücük gitmeler yapabilsek.



Ne mümkün.

Sabah 9, akşam 18

Sonra başka mecburiyetler

Sıkışıp kaldık.

Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli

Bu kadar ağır olmamalı.



Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.

Bir ömür karşılığı, bir ömür yani.

Ne saçma...

Bahar mıdır bizi bu hale getiren?

Galiba.



Ben her bahar aşık olmam ama

Her bahar gitmek isterim.

Gittiğim olmadı hiç,

Ama olsun... İstemek de güzel.



Can Yücel

12 Ağustos 2010 Perşembe

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Bugün bir adam var beni 8.10 vapuruyla götürdü.


Ellerime atmıştı o kopkoyu şarkıyı

Yarasına üflemiştim.Kalbinin en karaçalı gözlerini açmış

Notalarıma sövmekteydi. Bir taş verdi elime

Bir taş verdim eline

Terli ve tozluyum şimdi.Emanet çiçeği perdesi kapandı .Kurumuş dolaplarda

Baktım yine kırılmış,çerçeveletmiştim o kadar.Bana getirilmiş o ekmek insanların uzağından





İspanya iç savaşına sürüklenmeye

Şu şiir söven elerim

MEÇHUL ÖĞRENCİ ANITI




Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında

Bir teneffüs daha yaşasaydı

Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür

Devlet dersinde öldürülmüştür



Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:

-Maveraünnehir nereye dökülür?

En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:

-Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir.



Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor

Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:

Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım



O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik

Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazdırmıştır:

Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler



Arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri:

Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında

Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır

Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek.





Ece AYHAN

8.10 VAPURU




Sesinde ne var biliyor musun

Bir bahçenin ortası var

Mavi ipek kış çiçeği

Sigara içmek için

Üst kata çıkıyorsun



Sesinde ne var biliyor musun

Uykusuz Türkçe var

İşinden memnun değilsin

Bu kenti sevmiyorsun

Bir adam gazetesini katlar



Sesinde ne var biliyor musun

Eski öpüşler var

Banyonun buzlu camı

Birkaç gün görünmedin

Okul şarkıları var



Sesinde ne var biliyor musun

Ev dağınıklığı var

İkide bir elini başına götürüp

Rüzgarda dağılan yalnızlığını

Düzeltiyorsun.



Sesinde ne var biliyor musun

Söyleyemediğin sözcükler var

Küçücük şeyler belki

Ama günün bu saatinde

Anıt gibi dururlar



Sesinde ne var biliyor musun

Söylenmemiş sözcükler var



CEMAL SÜREYA

BENİ ÖP SONRA DOĞUR BENİ


Şimdi

utançtır tanelenen

sarışın çocukların başaklarında.



Ovadan

gözü bağlı bir leylak kokusu ovadan

çeviriyor o küçücük güneşimizi.



Taşarak evlerden taraçalardan

gelip sesime yerleşiyor.



Sesimin esnek baldıranı

sesimin alaca baldıranı.



Ve kuşlara doğru

fildişi: rüzgarın tavrı.

Dağ: güneş iskeleti.



Tahta heykeller arasında

denizin yavrusu kocaman.



Kan görüyorum taş görüyorum

bütün heykeller arasında

karabasan ılık acemi

- uykusuzluğun sütlü inciri -

kovanlara sızmıyor.



Annem çok küçükken öldü

beni öp, sonra doğur beni.



CEMAL SÜREYA

10 Ağustos 2010 Salı

Büyüyün ve çoğalın dedik, makineler de büyüyüp çoğaldılar.


Bizim için çalışacaklarına söz vermiştiler.

Şimdi biz onlar için çalışıyoruz.

Gıda miktarını artırsınlar diye icat ettiğimiz makineler açlığı çoğaltıyorlar.

Kendimizi savunmak için icat ettiğimiz makineler bizi öldürüyorlar.

Hareket etmek için icat ettiğimiz otomobiller bizi hareketsiz hale getiriyorlar.

Buluşmak için icat ettiğimiz şehirler bizi yalnızlaştırıyorlar.

İletişim kurmak için icat ettiğimiz önce büyük iletişim araçları, ne bizi dinliyorlar ne de bizi görüyorlar.

Biz makinelerimizin makineleriyiz.

Onlar masum olduklarını iddia ediyorlar.

Ve bunda haklılar.

 
 
             Eduardo GALEANO


''Ne yapalım hem şiir hem düşünce her zaman sürgünde olacaktır.Atından inmeden sevişmeye alışmalısın!''

                              
                                    Ece AYHAN

9 Ağustos 2010 Pazartesi

ÇOK ÜŞÜMEK




Bir Kalır uzun resimlerde anısı sakallarımızın

Urban içinde Üşüyüp Üşüyüp kaldığımızın



Bir Kalır yanık yağlar yataklarda o oteller

Meydanlar heykeller sizin olmadığınız o her yer



O çok yalınç gerçekli gelip gitmeler



Bir Kalır uzun duvarlar ve onların dipleri

Bir Kalır Yılgın Adamların hep "Evet" dedikleri



Çok üşürdük hep üşürdük üşümekti bütün yaşadığımız

Üşürdü ellerimiz aşkımız sonsuz uzun sakallarımız



Tükenir dağınık diriliği kaşıntımızın bir gün

Bir Kalır uzun kitaplarda anısı çok Üşüdüğümüzün





TURGUT UYAR

OĞUL

Anne ben geldim, üstüm başım

Uzak yolların tozlarıyla perişan

Çoktan paralandı ördüğün kazak

Üzerinde yeşil nakışlar olan



Anne ben geldim, yoruldum artık

Her yolağzında kendime rastlamaktan

Hep acılı, sarhoş ve sarsak

Şiirler çırpıştıran bi adam



Kurumuş kuyunun suyu, incirin

sütü çoktan çekilmiş

Bir zamanlar dünya sandığım bahçeyi

Ayrık otları, dikenler bürümüş



Kapıdaki çıngırak kararmış nemden

Atnalı ve sarmısak duruyor ama

Oğlum, mektup yaz diyen

Sesin hala kulaklarımda



Anne ben geldim, ağdaki balık

Bardaktaki su kadar umarsızım

Dizlerin duruyor mu başımı koyacak?

Anne ben geldim, oğlun, hayırsızın..



Ahmet ERHAN

''Ben öylesine sivilim ki, sivillerin sivili, özel hayatımda da orospuların, 'yol göstericiler'in, yersiz yurtsuzların, surlarda ve parklarda barınanların, kimsesizlerin, sokaklarda yaşayanların, dışlanmışların, orta ikiden ayrılanların, ıssız park bekçilerinin,.., müştemilatta oturanların, fallokrat kabadayıların, berduşların...kısacası tarih dışına düşürülen lümpenlerin yanında rahat ediyorum...''

                                   ECE AYHAN
Ben kendimin tanrısıyım. Biz kilisenin, devletin ve eğitim sistemimizin öğrettiklerini silmek için burdayız. Biz bira içmek için burdayız. Biz savaşı öldürmek için burdayız. Biz garipliklere gülmek ve hayatımızı ölümün bizi almaktan korkacağı kadar iyi yaşamak için burdayız.” Charles Bukowski
''Denizleri seviyorsan dalgaları da seveceksin. Sevilmek istiyorsan önce sevmeyi bileceksin! Korkarak yaşıyorsan yalnizca hayatı seyredeceksin!" NIETZCHE

8 Ağustos 2010 Pazar

Sivil şiirler diyorum yazmalıyım,şöyle üniformasız, havalarda sıcak ülkemde fırın gibi en basit örneği hemen nazım hikmet '' Anadolu sıcak memlekettir burada kızlar tez kadınlaşır'' demişti. Sevmenin kokusunu duymak isteyen insanlar da sıkılmıştır.Can yücel 'gitmek' demişti, bizse gitme değil de ölme,kan dökme,çömelme,kalıp ta bir  bardak çay içme peşindeyiz. Gidenlerse çoktan doğmuştu başka bir güneşle,bir şarkı gibi mesela.
Ocağa konulmuş bir çay görüyorum tıpkı ülkem gibi ben içerken de bir şarkı daha yazılırdı,ülkem öyle mi gözyaşı ve de feryat figan etmeler.

Son zamanlarda sevindiğim şeyler de var insanlar arabesk de olsa şiirler yazıyor ve artık gitarlar akort ediliyor.
Tabi ama dedeler öldükçe de toprak ve taht kavgaları çıkıyor.Bir zamanlar tarih kitaplarında gördüğümüz taht kavgaları ve en önemlisi isyanlar (hayali şeyler gibi gösterilselerde) çevremizde kanlı bir bez gibi dolanıyor.
Üç başlı kanserde dolandıkça elleri doğurgan adamlar kaybolmakta, çocuk bir gözlükle şarkı söylediğimde kızmazdım yüzü yanık insanlara,lümpenlere,sokak çocuklarına,serserilere,eşcinsellere ama kalbine taş girmiş ya da taşlaşmış insaları yeni gördüm ve sövdüm ve ağladım,herkes ağladı.

Evimin duvarlarına çiviler çaktım diyordum, irili ufaklı kimini çok çaktım kimini yarım bıraktım.Sonrada çantamı alıp okula gittim diyordum üst katta öğretenler(dedikleri insanlar) alt katta benim evdeki çiviler çıkamazlar tabi çakıldıkları yerden kaçmak yasak,sonra geldiler bir masaya ot yedirdiler.
Kömürlü elleriyle yazdılar çocuklarda  çakıldıkları yerde bulmuşlar kömürü kimi alırken ölmüş ve arkadaşı olduğunu iddia edenler de üstüne su dökmüşler çiçek yeşerir demişler.

İkarus Ege'de öldü hadi susun ve dinleyin....
‎''Yıllardır şairlerle devletin arası açıktır. Atatürk şairleri hariç. İktidarla şiir bağdaşmaz. Zira iktidar nötralize eder. Sivil şiir resmi kültürde yer alamaz. Zaten askeri şiire alışılmış bu ülkede. Ben kendi payıma şiirin iktidar olmasını istemem.'' (Sivil Denemeler Kara; s. 62)''
''Adeta yengeç gibi yan yana yürütülüyoruz! Tarihteki 'ayağa kalkmak', belki de gündelik  'ayağa kalkmak'la  karıştırılıyor olabilir bakın! Ya da eski günlere bakarken de, yerinde kıpırdamamak için ve olaylar uzak diye, dürbün kullanmak nasıl bir aymazlık ve yanlışlıktır! Böyle davranmakla, çocukların ve gençlerin gelecekleri adına, hem tehlikeli hem de insanın kendisini aldatıcı bir iş yapılmış olur mu? Çünkü; 'ayağa kalkmak' tek başına bir şey göstermez. Bu gösterge değildir. Gerçek 'ayağa kalkmak',ancak kimi şeyleri 'göze almak'la olur, olabilir. Yani, kimi şeyleri göze almak pahasına! Evet, paha olmadan hiçbir şey olmaz!''